Şehir destandır bazen ve bazen aşk. Ya korkular, ya arzular doğurur şehri ve rezm ile bezm arasında nefes alır daima.
Ah İstanbul!.. Sonsuza uzanan zamanda mevsimleri elerken, kaç aşkı daha öğüteceksin sen kim bilir!.. Zamanın ruhu, en ziyade sende yaşar çünkü…
Gel zaman… git zaman!..
İstanbul, minelezel, ilelebed…
Eğer şehri eğlencesiz bir film gibi uzaktan izliyorsa bir serçe, solgun gün batımlarının siluetine ağlamaktan yorulursa yolda ve dönemeden yuvaya düşüp ölürse yavrularına hasret; o zaman işte o zaman sarsılır duvarları şehrin ve tekrar kurulmak üzere başlar yıkılmaya.
* İnsanında zarafet yoksa şehir yontulmamış kalabalıktan öte nedir ki?
** Şehre ruh sindiren, oraya kimlik veren şey, insanın güzelliği değil midir?
*** İstanbul, acaba, eski şiirini, eski şiirsel güzelliğini ve eski beyefendisini özlüyor mudur dersiniz?!..
Zaman bir çizgi… Sonu yok… Başı hiç bilinmez gibi. İstanbul bir rüya… Deseni çok… Rengi asla silinmez gibi… İstanbul’da zaman bir cevher, araza hulül eden… Ve zamanda İstanbul bir mana, cismi ruh kabul eden… Dünya bir andan ise, İstanbul bir candan ibaret. İstanbul’un bir kadim devir efendisine hasretinin adına denir zaman; sene ve ayların geçmesiyle geçmez ve bir hüzünlü saat geçince onu bir diğeri sevinçle takip eder her daim… İstanbul; o güzeller güzeli…
Şehir bir lisandır, asırlar boyu uzak/yakın vatanlardan derlenmiş. Süzülerek mana imbiklerinden nazeninler diline düşen.
İçindeyken farkedilmez de güzelliği, uzaklaşınca ağlanır bir kelimeye hasret.
Ay açar pembe gülistanlarını
Suya sessizce düşer bir kuru dal
Boğaz’ın cilveli sultanlarını
Gezdirir şimdi beyaz bir sandal